19 Temmuz 2008 Cumartesi

Datça,Muğla Hakkında Genel Bilğiler



Ege Bölgesi’nde Muğla İline bağlı bir ilçe olan Datça’nın doğusunda Marmaris, kuzey, güney ve batısı Ege Denizi ile çevrilidir. Datça batıya doğru uzanan Reşadiye (Datça) Yarımadası’nın ortasında kurulmuştur. Yarımadanın kıyıları girintili çıkıntılı, toprakları da dağlık ve engebeli bir arazi yapısına sahiptir. Hisarönü Körfezi’nin batısında yer alan Datça’nın doğusunda Balaban (Balan) Dağları (999 m.)’nın uzantıları yer almaktadır. İlçenin diğer yükseltileri ise, Bozdağ (1.174 m.), Kalecik Dağı (881 m.), Karadağ (786 m.), Emecik Dağı (704 m), Yarık Dağı (615 m.)’dır. Balıkaşıran Marmaris ile Datça ilçe sınırını oluşturduğu gibi yarımadanın en dar yeridir. Yarımadanın 235 km.lik sahil şeridinde büyüklü küçüklü 52 koy bulunmaktadır. Bunlar arasında Palamutbükü, Domuz Çukuru, Kargı, Mesudiye ve Korman koyları en tanınmışlarıdır. Aynı zamanda Korman Koyu ilçenin limanıdır. Datça’nın engebeli arazisi içerisinde Kızlan Ovası, Burgaz Düzlüğü, Reşadiye Ovası, Karaköy Ovası, Palamutbükü ve Mesudiye ovaları bulunmaktadır. Yüzölçümü 446 km2 olan ilçenin toplam nüfusu 13.914’tür. Datça, tipik bir


Akdeniz iklimine sahiptir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlıdır.


İlçenin ekonomisi tarım, balıkçılık ve turizme dayalıdır. Yetiştirilen başlıca tarımsal ürünler, badem, zeytin, turunçgiller, tütündür. Geleneksel yöntemlerin hakim olduğu tarımsal faaliyetler ilçe ekonomisinin temelini oluşturur. Bal, badem, zeytinyağı ve güzlük domates ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Tarım ürünleri içerisinden eski ve önemlisi bademdir. İlçenin ekonomik gelişiminde iç ve dış turizmin ayrı bir yeri vardır. İlçedeki turistik tesisler 1980’den sonra hızla artmış, tatil köylerinin yanı sıra otel, motel, pansiyon, lokal ve lokanta gibi tesisler açılmıştır. Konut niteliğindeki siteler de onları tamamlamıştır. Datça yöresi MÖ.VII.yüzyılda Teselya bölgesinden gelen Dorlar tarafından kurulmuştur. Burada yapılan kazılar ise yöredeki yerleşim başlangıcının M.Ö.VII.yüzyıla tarihlendiğini ortaya koymuştur. Yörede Knidos ve bugünkü Datça’nın bulunduğu yerdeki Eski Knidos antik kentleri bulunuyordu. Knidoslular M.Ö.IV.yüzyılın ortalarına kadar Datça’nın kuzey doğusundaki yarımadada yaşamışlar, sonra da bugünkü yere yerleşmişlerdir. Teselya’dan gelen göçmenler sonraki yıllarda Datça Yarımadasının güney ucuna taşınarak orada yeniden kurdukları kentte yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Herodot’a göre Spartalı’lar Knidos’u bir koloni kenti olarak kurmuşlardır. Zamanla güçlü bir konuma gelen Knidos, komşu kentleri Lindos, Kamiros, İassos, Kos, Halikarnasos ve Delos ile birlikte Dor Hekapolisini oluşturmuşlardır. Fenikeliler ile denizcilikte yarışacak kadar ilerlemişlerdir. Knidoslular gün geçtikçe genişleme politikası güden Lydialılara karşı bir önlem olarak Reşadiye Yarımadası’nı karadan ayıracak kanalın yapımına başlamışlar, ancak M.Ö.546’daki Pers saldırısı nedeniyle tamamlayamamışlardır. Persler Knidos’a zarar vermemişler, M.Ö.540’da diğer İon kentleriyle birlikte Delphi’de bir hazine binası (tesarios) yaptırmışlardır. Bu yüzyılda Knidos, şarap ihraç eden önemli bir ticaret merkezi konumuna gelmiştir. MÖIV.yüzyılda Büyük İskender Pers egemenliğine son vermiştir. Büyük İskender’in ölümünden sonra Datça’daki Knidoslular Roma imparatorluğu ile Seleukos Kralı III.Antiokhos arasındaki savaşta Roma’nın tarafını tutmuş, bu nedenle de Bergama Krallığı’na katılmıştır. Bizans döneminde sönük bir yerleşim olarak varlığını sürdürmüştür. Bir süre piskoposluk merkezi olmuş, M.S.VII.yüzyılda tamamen terk edilmiştir. Datça yöresi Muğla ile birlikte XII.yüzyılda Selçukluların hakimiyetine girmiş; Uç Beylerinden Menteşe Bey tarafından 1284’de ele geçirilmiştir. Yörede bir beylik kuran Menteşeoğulları yaklaşık 200 yıl boyunca burada egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Yıldırım Beyazıt tarafından 1391’de Osmanlı topraklarına katılmış ancak, Ankara Savaşı’nın (1402) ardından Timur’un hakimiyetine girmiştir. Timur bu yöreyi tekrar Menteşe Beyliği’ne vermiş, daha sonra tekrar 1392'de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Cumhuriyet döneminde, 1928 yılında ilçe olmuş, 1947 yılında ilçe merkezi Reşadiye Mahallesi’nden İskele Mahallesi’ne nakledilmiştir. İlçede günümüze gelebilen tarihi eserler arasında; Knidos Antik kenti kalıntıları vardır.
Kenthaber Kültür Kurulu

Dim Çayı-Alanya


Dim Çayı: Antalya'nın Alanya ilçesi sınırlarında yer alan, merkezden 6 kilometre uzaklıktaki çay. Toroslardan doğan çay yaklaşık 60 kilometrelik bir seyir izler. Bu seyrin son kısımlarına doğru Alanya ilçesinin turizminin hizmetine başlar. Yaz kış soğuk olan suyu özellikle yazın Akdeniz'in bunaltıcı sıcağından kaçmak isteyenler için ideal bir mekan teşkil eder. Paralel giden yola açılan pek çok lokanta ve çay bahçesi vardır. Ana yola yaklaşık 7-8 kilometre uzaklıktaki regülatörden sonra da bu lokantalar devam eder. Buradaki lokantaların ve piknik alanlarının bir bakıma ortak özelliği çay içine atılmış masalardır. Ancak mevcut baraj inşaatı nedeni ile çayın turistik amaçlı kullanımı gün be gün azalmaktadır. Çayın daha üst kısımları ise raftinğ amaçlı kullanılmaktadır. D.S.İ tarafından çay üzerine sulama, içme suyu ve enerji amaçlı baraj inşaatı yapılmaktadır.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

çeşme-İZMİR



Çeşmeİzmir şehir merkezine sadece 80 km. uzaklıkta olan Çeşme, özellikle plajları ve koylarıyla dikkat çekici bir tatil kenti. Çeşme'nin girintili çıkıntılı kıyılarında birçok koy ve plaj denize giriş olanağı sağlıyor. İlçe, İzmirlilerin en favori sayfiye yerlerinden. Yazlıklar, otel ve pansiyonlar güneyde Alaçatı'dan, kuzeyde Ildırı'ya kadar tüm kıyıya yayılmış durumda. Bu özelliği ile Çeşme ağırlıklı olarak yerli turistlere hizmet veren bir turizm merkezi.

Çeşme'nin en ilgi çeken yerlerinden biri olan Aya Yorgi Koyu aynı zamanda muhteşem bir manzaraya sahip. Gündüzleri hemen karşısındaki Yunan Adalarını rahatlıkla görebilirsiniz. Ilıca, Çeşme'ye 6 km mesafede kaplıcalarıyla ünlü bir belde. Beyaz ve yumuşak kumlu plajıyla özellikle yerli yazlıkçıların gözde mekanı. Ilıca'da, kaplıcaların yer aldığı lüks turistik tesisler bulunuyor. Çeşme'nin güneyinde kalan Alaçatı Köyü, windsurf ve yelken tutkunlarının gözde mekanı. Hiç eksik olmayan, kuzeyden esen rüzgarı burayı bir yel değirmeni cenneti haline getirmiş. Çeşme'nin girişinde yeni yapılan dev yel değirmenlerinin yanısıra Alaçatı'da tarihi yel değirmenleri tüm ihtişamı ve gizemiyle sıralanmakta. Alaçatı Koyu'nda, sadece sörfçü ve yelkencilerin kaldığı otel ve çok sayıda bar bulunuyor. Alaçatı'nın kendine has iki katlı evlerin yer aldığı Arnavut kaldırımlı sokaklarında keyifli bir gezi yapabilirsiniz. Çeşme'ye gelir gelmez neredeyse bütün meydanı kaplayan iki tane ihtişamlı yapı dikkatinizi çeker. Bunlardan biri Kervansaray'dır. İki katlı olan Kervansaray Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır (Aynı yapının bir benzeri de Kuşadası çarşısında yer alıyor) . Dikkat çeken bir diğer yapı ise muhteşem mimarisi ve heybetli görünümüyle Çeşme Kalesi. Kalenin içinde çevreden çıkan arkeolojik kalıntıların sergilendiği bir müze var. Çeşme'ye gitmişken antik Erythria kentinin bulunduğu, Ilıca'ya sadece 15 dakika mesafedeki Ildırı'ya uğramalısınız.


Alaçatı

Egeye özgü mimarisi, parke taşlı arnavut kaldırımları, yüzyıl öncesinden kalan yeldeğirmenleri ve sakız bahçeleriyle sevimli bir kasaba Alaçatı. Çeşmeye bağlı olan belde, ilçeye 7 km uzaklıkta. İlçedeki en önemli tarihi eser, 1874 yılında yapılan Ayios Kostantinos Kilisesi. Yapı günümüzde Pazar Yeri Camisi olarak kullanılıyor. Plajdan uzaklaşıp Alaçatı'nın bakir koylarına girdiğinizde kaya yapısının farklılığı dikkatinizi çekecek. Rüzgarın savurduğu kum taneciklerinin aşındırdığı yumuşak kayalar Kapadokya benzeri şekiller oluşturmuş. Fotoğraf makinanızı yanınızda bulundurmanızda fayda var. Ponza taşıyla yapılan; yazın sıcağı, kışın soğuğu geçirmeyen tarihi Alaçatı evleri mimarisiyle dikkat çekiyor. Köy çarşısı da son derece renkli. Her türlü ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Alaçatı doğal limanı ve devamlı esen rüzgarına rağmen dalgasız denizi ile dünyada sörf yapmaya en elverişli merkezlerden biri. Mayıstan Ekime kadar süren rüzgar sezonunda dünyanın dört bir tarafından gelen sörfçüleri ağırlayan Alaçatı koyunun 1,5 metreyi geçmeyen derinliği, aynı zamanda yeni başlayan sörfçüler için de iyi bir eğitim sahası. Bu özelliğinden dolayı koy, hem ustalar, hem de acemiler tarafından tercih ediliyor. Alaçatı'da biri belediyeye, diğeri de özel teşebbüse ait iki sörf okulu bulunuyor. Buralardan sörf kiralayabilirsiniz. Ayrıca pırıl pırıl kumlarıyla meşhur Çark ve Piyade plajları da görülmeye değer yerler arasında.

SeferihisarKentin

M.Ö.7. yüzyılda Anadolu'dan göçen Etrüskler tarafından kurulduğu sanılıyor. Etrüskler, Teos ve Sığacık limanlarını kurup, burayı yerleşim yeri olarak seçmişler. Bölgede M.Ö 7. yy. ve 5.yy. arasında Lidyalılar, İranlılar, Atinalılar, Ispartalılar, İranlılar, Bergama Krallığı, Makedonyalılar, Yunanlılar, Romalılar ve Bizanslılar egemenlik kurmuşlar. Bölgenin Türk hakimiyetine geçmesi ise Selçuklular zamanında oluyor. Bütün bu uygarlıklara ev sahipliği yapmış olmasının sonucu olarak Seferihisar'da birçok tarihi yapı ve kalıntıya rastlanıyor. Teos ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından Rodos seferinde kullanılan Sığacık Kalesi bunlar içinde en önemlileri.

Urla

Sınırları içinde Karantina, Pita, Koyun, Güvercin, Eşek, Hekim, Kösten (Uzunada), Yılanlı, Pırnarlı, Kel Adacık ve Taş olmak üzere 12 tane ada bulunuyor. İlçenin isminin Latince ve Rumca bataklık-sazlık anlamına gelen "Vurla" kelimesinden geldiği, Osmanlı Padişahı Mehmet Çelebi'nin komutanlarından İbrahim Bey'in sefere çıkarken kendisine "uğurola", "uğurlu geldi" demesinden türediği şeklinde rivayeter de mevcut. Tarihi bakımından çok zengin olan Urla'da iskele ve Liman Tepe civarında yapılan kazılarda büyük sur duvarları ortaya çıkarılmış.Yunanistan'dan gelen Aka ve Dor göçmenleri ile Urla halkı, dünyanın hayran kaldığı İyon şehirlerinden biri olan Klazomenai'yi kurmuşlar. Ayrıca bulunan kalıntılar burada Hititlerin de yaşadığını gösteriyor. Bölge tarih boyunca Pers, Yunan, Roma ve Bizans dönemlerinde merkez şehir olma özelliğini korumuş. Bizans imparatorlarının tarafından ele geçirilen kent, daha sonra Haçlı seferlerinde Haçlıların eline geçmişse de 1403 yılında geri alınarak Aydınoğullarına verildi. 16. yüzyılda, Türklerin yerleşim merkezi oldu.

Kervansaray

1528 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Kervansaray, Osmanlı mimarisinin tipik örneklerinden. Dikdörtgen şekilli yapının ortasındaki avlunun çevresinde dükkan, depo ve odalar yer alıyor. Tarihi yapı günümüzde otel olarak hizmet veriyor.

Çeşme Kalesi

Çeşme Kalesi, 1508 yılında Osmanlı Padişahı 2. Bayezıt tarafından yaptırılmış. Çeşitli dönemlerde onarılarak günümüze sağlam olarak kale, limana hakim bir tepe üzerine kurulu. Çeşme Arkeoloji Müzesi kalenin içinde yer alıyor. Müzede Erythrai (Ildırı) antik şehrinde yapılan kazılardan elde edilen, pişmiş topraktan yapılmış olan tanrı ve tanrıça heykelleri, büstler, mermer heykeller, gümüş ve bronz sikkeler, altın varak, amphoralar gibi eserler sergileniyor.


Şifne

İlçe merkezine 10 km uzaklıkta bulunan Şifne, su sıcaklığı 42-52 derece arasında değişen termal kaplıcası ve çamur banyosu ile ünlü. Belediyenin yapmış olduğu Şifne Termal Tesisleri açık ve kapalı havuzlarıyla yaz kış hizmete açık. Tesislerin yakınında birçok koy ve kamp alanı bulunuyor.

Dalyan

Çeşme'den 10 dakika uzaklıktaki Dalyan yaz gecelerinin en gözde yerlerinden. Köyün Rumlardan kalan eski evleri ve sokakları oldukça iyi korunmuş. Bazı evlerin pansiyon olarak düzenlendiği köyün daracık sokaklarının arasından geçip deniz kıyısına çıktığınızda, yörenin lezzetli balıklarının tadına bakabileceğiniz restoranlar sizi bekliyor. Yaz sezonunda sık ve düzenli ulaşım sağlanıyor.

Ilıca

2 Km`ye yakın uzunluktaki geniş ve beyaz kumlu plajları, nitelikli konaklama tesisleri ve termal olanaklarıyla Çeşme'nin en önemli turizm beldelerinden biri. Deniz`in içinden kaynayan sıcak termal sular, Ilıca plajını ve yöredeki diğer plajları ilginç kılıyor. Kıyıdan denize doğru yaklaşık yüz metrelik bir şeridin insan boyunu geçmeyecek derinlikte olması plajların bir diğer özelliği. Termal kaynaklar yönünden oldukça şanslı olan Ilıca'da pansiyonlarda bile termal su kullanılıyor.

Eşek Adası

Eski adıyla Goni olarak bilinen Eşek adası, Çeşme'ye 3 mil uzaklıkta. Çoğunlukla eşeklerin, dağ keçileri ve tavşanların bulunduğu adada yerleşim yok. Günübirlik tekne turlarının yapıldığı Eşek Adası'nda birbirinden güzel koylar bulunuyor.Doğal konumu ile kuzey rüzgarlarına kapalı olan koylar sualtı ve suüstü sporları için çok elverişli. Adanın hemen yakınında bulunan Karaada ve doğal bir akvaryum görünümde olan mavi koy büyüleyici bir atmosfere sahip.

Çeşme Ilıcaları

Çeşme Ilıcaları, ülkemizin en önemli kaplıca merkezlerinden biri. Genel olarak romatizmal hastalıklar, kadın hastalıkları, sindirim sistemi hastalıkları ve metabolizma bozuklukları üzerinde etkili olan kaplıcalarda banyo tedavisi ile nevralji, nevrit, romatit, artroz, kısmi felç ve kronik iltihaplı kadın hastalıkları tedavi ediliyor. Ortalama sıcaklığı 42-52 °C arasında değişen kaynak suyu klorid, sodyum, magnezyum ve florid içeriyor. Ilıcaların yanında bir de çamur kaynağı var. Çamur banyosunun selülit, sedef hastalığı, cilt hastalıkları, romatizma, spondilit ve siyatik hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor.

Dilek Yarımadası Milli Parkı



Dilek Yarımadası Milli Parkı
Dilek Yarımadası'nda 11.000 hektarlık bir alanı kapsayan Milli Park, Kuşadası'nın güneyinde yer alıyor. Yarımada'nın güneyinde bulunan Büyük Menderes Deltası morfolojik gelişimin hızlı olduğu ağız kısmında, bu gelişim sürecinin ürünü olan birçok lagün ve bataklıkları bünyesinde barındıran bir sulak alan karakterine sahip. Bu dağlık arazi kanyonlar ve vadiler ile parçalanmış. Yarımada bu yerşekillerinin yanında kumlu, çakıllı, yatık ve yüksek kıyı şekilleri içeren plajlarıyla ilginç özellikleriyle, doğal, tarihi ve kültürel değerleri içinde barındırıyor. Park, bu ilginç jeolojik ve jeomorfolijik yapısı yanında, Akdeniz bölgesinde ender görülen bir bitki örtüsüne sahip. Park alanında, soyu yeryüzünde hemen hemen tükenmek üzere olan türlere de rastlanıyor. Bunun en tipik örneği Anadolu Parsı. Milli Parkta, çok sayıda sürüngen, memeli hayvan ve kuş türleri bulunduğu gibi, Akdeniz'e özgü hemen hemen bütün balık çeşitleri ile deniz kaplumbağaları yaşama ve çoğalma olanağı bulmuşlar. Akdeniz ülkelerinde korunmaya alınan Akdeniz foku da yörenin sakinlerinden. Park, ayrıca trekkingciler için orman içi patikalarda yürüme ve tırmanma olanakları sağlıyor. Doğal ortamın bozulmaması için Milli park alanı içinde günübirlik tesisler dışında, gecelemeye elverişli tesis kurma izni yok.

İZMİR-FOÇA

Foça hakkında
Adını aldığı foklar gibi sevimli ve sıcacık bir tatil beldesi Foça. Gittikçe büyük şehirleri andıran turizm merkezlerinden sıkılanlar için huzur dolu bir seçenek. Foça İzmir'in gözde tatil beldelerinden biri. Özellikle Norveç'li ziyaretçilerin gözde tatil beldesi olan Foça, diğer tatil beldeleri kadar gelişmiş bir turizm merkezi değil. Küçük, sakin, daha çok dinlenmek için tercih edilen bir balıkçı köyü görünümünde.İzmir'in 70 km. kuzeybatısında kalan Foça, İyon'ların Ege sahillerinde kurdukları 12 İyon kentinin en önemlilerinden biri. Foça, tarihi ve arkeolojik öneminin yanı sıra, Homeros destanında da adı geçen mitolojik bir yerleşim. "Horoz" ve "Fok Balığı" olmak üzere iki sembolü olan Foça, mitolojik, arkeolojik, tarihi, doğa ve kentsel sitin bir arada olduğu özgün bir ilçe. Siren Kayalıkları, Şeytan Hamamı, Taş Ev (Anıt Mezar), Beş Kapılar (Ceneviz) Kalesi, Osmanlı dönemine ait Dış Kale, Fatih Camisi, Kayalar Camisi, Hafız Süleyman Camisi ve Osmanlı Mezarlığı ile Ege mimarisinin özelliklerini taşıyan sivil mimari yapıları, Foça'nın çevre değerlerini zenginleştiren unsurlar.

12 Temmuz 2008 Cumartesi

İzmir Tarihçesi

İzmir kentinin tarihi

Eski İzmir kenti (Smyrna) körfezin kuzeydoğusunda yer alan ve yüzölçümü yaklaşık yüz dönüm olan bir adacık üzerinde kurulmuştu. Son yüzyıllar boyunca Meles Çayı'nın ve Sipylos Dağı (Yamanlar Dağı)'ndan gelen sellerin getirdikleri mil ile bugünkü Bornova ovası oluştu ve yarım adacık bir tepe haline dönüştü.
Şimdi Tepekule adını taşıyan bu höyüğün üzerinde Tekel Müdürlüğü'nün İzmir Şarap ve Bira Fabrikası'na ait numune bağı bulunmaktadır. 1955'ten beri yoğun gecekondu bölgesi olan bu çevrede İzmir'deki ilk yerleşim yeri olarak tespit edilen İzmir Höyüğü bulunur. Buradaki ilk kazılarda Türk Tarih Kurumu ile Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü"nün katkıları büyük olmuştur.
Batı Anadolu kıyılarındaki ilk yerleşimler -ki bunlar Troya Savaşlarından sonra kurulan Aiol, İon ve Dor kökenlidir- genelde küçük yarımadalar üzerinde kurulmuştur. Bunlar, Çandarlı (Pitanes), Foça (Phokaia), İzmir (Smyrna), Kilizman (Klazomenai), Milet ve İasos gibi yerleşimlerdir. Bunun nedeni yerleşim yerlerini kuran ve oturan insanların daha çok Hellenli ve den olmalarıdır. Böylece yarımada yerleşikleri hem iki limana sahiptiler, hem de kara denizden gelecek saldırılara karşı güvence içindeydiler. Elverişsiz havalarda limanlardan biri uygun olmadığı takdirde gemiciler diğer limanı kullanma şansına sahiplerdi. Bayraklı Höyüğü körfezin kuzeydoğu köşesinde, kuzeyine sarp kayalı Yamanlar Dağı'nı da alarak karadan gelecek saldırılara karşı rahat bir konumdaydı. Güneyi imbata açıktı. Eski İzmir yerleşimi yaklaşık 3000 yıl boyunca bu yarımada üzerinde ver aldı. M.Ö. 4. yüzyılın ikinci yarısında büyük nüfus artışı yüzünden bugünkü Kadifekale (Pagos) eteklerine taşındı.

Konak pier'den Pasaport'un görünümü

Konak üstgeçit

Neolitik-Tunç Çağları ( M.Ö. 6500-1050)

En eski İzmir'in yerleşimi Bornova ilçesindeki Yeşilova Höyüğü'nde 2005 yılında yapılan kazılarda keşfedilmiş, İzmir kenti tarihinde bilinenden 3 bin yıldan daha eskiye M.Ö. 6500 yıllarına kadar gidilmiştir.Yeşilova buluntuları İzmir'deki ilk yerleşimin Neolitik Çağda Bornova Ovası'nda başladığını , yerleşim sayısının Kalkolitik ve Tunç Çağlar süresince artarak devam ettiğini göstermiştir.
Symrna kazılarından elde edilen bilgiler ışığında Tunç Çağ evlerini höyüğün en üst düzeyinde denizden 3 ile 5 metre yukarıdaki kayalar üzerine oturtmuşlardır. Bu yerleşme Eski Tunç Çağı dönemine aittir. Bulunan çanak ve çömlekler Troya dönemi ve kültürüyle (M.Ö.3000-2500) benzerlikler göstermektedir. Birinci yerleşim tabakasının üstünde Orta Tunç Çağı dönemi yer alıyordu. Burada bulunan keramik eserler Troya II kentinde ortaya konulan sanatsal eserlerle hemen hemen özdeştir (M.Ö. 2500-2000). Üçüncü yerleşme katı Troya VI ve Hitit dönemi ile çağdaştır (M.Ö.1800-1ü50). Bu katta elde edilen büyük ve sağlam bir vazo, Afyon ve Uşak kentlerinin güneyindeki Beyce Sultan kazılarında elde edilen kapların çeşidindendir. Ayrıca birçok kap biçimi Orta Anadolu ile olduğu ölçüde Troya VI kap kaçağı ile de benzerlikler taşımaktadır. Bundan başka yine Troya VI'da gün ışığına çıkan `Minyas' tipi vazolar Bayraklı'da da ele geçmiş, bir de 4-5 Myken seramik parçasına rastlanmıştır. Açılan sondajlar küçük olduğundan evler hakkında geniş bilgi elde edilememiştir. Tunç Çağı'nda İzmir `de yaşayan yerli halkın dili konusunda herhangi bir fikir elde edilmesi mümkün olmamıştır. `Minyas' türü keramiğin ele geçmesi birçok Anadolu kentinde olduğu gibi, burada da 2. Binde Akalılâra (Achaioi: Myken) ait bir ticaret kolonisinin bulunduğuna ilişkin ipuçları verebilir.

Demir Çağı
Hititler Çağı'nda {M,Ö. 1800-1200) Anadolu'da yazı kullanılıyordu ve bundan ötürü o dönemde tarih çağına ulaşılmış bulunuluyordu. Ancak M.Ö. 1200'lerde Troya Vll ve Hitit başkenti Hattuşaş'ın Balkanlardan gelen kavimlerce yıkılmasından sonra Orta ve Batı Anadolu yeniden yazısız ve karanlık bir çağa, Demir Çağı'na girdi. Demir Çağı, Anadolu'da yazının yeniden kullanılması ile Frigya Krallığı'nda M.Ö.730, geri kalan Orta ve Batı Anadolu'da ise M.Ö. 650 yıllarına kadar sürmüştür,
Kazılarda fazla miktarda çıkarılan keramik ürünlerden anlaşıldığına göre, Demir Çağı boyunca Eski İzmir'de Hellas'tan göç eden, Aiolller ve İonlar yaşıyordu. Yarımadada yerli halkın yaşadığına dair herhangi bir bulguya ise rastlanmamıştır. Bayraklı Höyüğü'nün M.Ö. 1050 yıllarında kurulmaya başlayan yerleşmesinin Hellas kökenli olduğu anlaşılmaktadır.
400 yıl devam eden bu ilkel dönem boyunca başlıca beş yerleşme katı saptanmıştır. Bunlar :
I. Aiol yerleşmesi (M.Ö. 1050-M.Ö.1000)
II. Erken, Orta ve Geç Protogeometrik yerleşme (M.Ö. 1000-M.Ö. 875)
III. Erken ve Orta Geometrik yerleşme (M.Ö. 875- M.Ö. 750)
IV. Geç Geometrik yerleşme (M.Ö. 750-M.Ö. 675)
V. Subgeometrik yerleşme (M.Ö. 675-M.Ö. 650)
Söz konusu beş tabaka denizden 6,40 metre yükseklikte başlamakta ve 9,50 metrede son bularak 3 metre kalınlığında bir tabaka oluşturmaktadır. Kazılarda elde edilen Aiol keramiği Submyken orijinlidir. Protogeometrik ve Geometrik stildeki kap-kaçak ise genelde Attika vazoculuğunun bir devamıdır diyebiliriz.
Demir Çağı boyunca İzmir evleri, büyüklü küçüklü tek odalı yapılardan oluşmakta idi. Gün yüzüne çıkarılan en eski ev M.Ö. 925 ile M.Ö. 900'e tarihlenmektedir. İyi korunmuş halde ortaya çıkarılan bu tek odalı evin (2,45 x 4 m.) duvarları kerpiçten, damı ise sazdan yapılmıştı. Erken Geometrik dönemden itibaren (M.Ö. 875'ler) bu tek odalı evler at nalı biçimli bir avlunun üç bir yanını çevirmekte idiler.
Eski İzmir'liler kentlerini M.Ö. 850'lerde kerpiçten yapılmış kalın bir surla korumaya başladılar. Bu tarihten itibaren Eski İzmir'in bir kent devlet kimliği kazanmış olduğu söylenebilir. Kenti 'Basileus' adı verilen bir beyin idare ettiği olasıdır. Göçleri gerçekleştirenler ve kent ileri gelenleri soylu tabakayı oluşturuyordu. Kent duvarları içinde yaşayan nüfus olasılıkla bin kişi civarındaydı. Geç Geometrik ve Subgeometrik seramikle açıklanan dönemde (M.Ö.750-650) ise yarımadanın nüfusu daha kalabalık olup belki de 1500 kişiyi aşıyordu. Kent devlete ait halkın büyük bir bölümü civar köylerde yaşıyordu. Bu köylerde, bu çağdaki Eski İzmir'in tarlaları, zeytin ağaçları, bağları, çömlekçi ve taşçı işlikleri yer alıyordu. Geçimi tarım ve balıkçılıkla sağlanıyordu.
Kentin en önemli kutsal yapısı Athena Tapınağı idi. Bu tapınağın günümüze değin korunan en eski kalıntısı M.Ö. 725-700 yılları arasına tarihlenmektedir. Daha önceki dört dönemde (M.Ö. 1050- 750), büyük bit olasılıkla yine Tanrıça Athena'ya tapınılıyordu, ancak o tarihlerde kadın tanrıçanın heykeli herhalde küçük bir niş (naiskos) içinde bulunuyordu. Bilindiği gibi Homeros'un destanı İlias, Aiol ve İon lehçelerinin karışık olduğu bir dille yazılmıştır. Bu nedenle dünya tarihinin bu çok önemli destansı yapıtı büyük olasılıkla bu iki lehçenin konuşulduğu sınır bölgesi olan İzmir'de oluşturulmuştur. Nitekim Hellenistik dönem İzmirlileri Homeros için 'Homeraion' adlı bir yapı inşa etmişlerdir.

Parlak Dönem (M.Ö. 650-545)
Cumhuriyet meydanı

Kordonboyundan görünüş.

İzmir, Konak'da Türk Fırkateyni
Eski İzmir'in parlak dönemi M.Ö. 650-545 yılları arasına denk düşer. Yaklaşık yüz yıl süren bu süre, bütün İyon uygarlığının en güçlü dönemini oluşturur. Bu dönemde Miletos'un liderliğinde Mısır'da, Suriye ve Lübnan'ın yavuz kentiBatı kıyılarında, Propontis'te (Marmara Bölgesi), Pontus'ta (Karadeniz) koloniler kurulur ve Doğu Hellen dünyası kıta Yunanistan ile rekabet ederek birçok alanda ve konuda onun yerini almaya başlamıştır. Bu dönemde İzmir'in tarımcılıkla yetinmeyip Akdeniz ticaretine de ortak olduğunu görmekteyiz. Bu dönem katlarında bulunan Fenike kökenli eserler, Kıbrıs kökenli heykel ve heykelcikler, Ön Asya ya da Akdeniz orijinli fayans figürcükler bu uluslararası ticaretin günümüze kalmış eserleridir.
Parlak dönemin İzmir'deki önemli belirtilerinden biri M.Ö. 650'den beri yazının yaygınlaşmaya başlamasıdır. Kadın tanrıça Athena'ya sunulan armağanların birçoğunda sunu yazıtları bulunmaktadır. Kent halkının sayısı fazla olmasa da bir bölümü okuryazardır. Kazılarda ortaya çıkarılan Athena Tapınağı (M.Ö. 640-580), Doğu Hellen dünyasının en eski mimarlık eseridir. En eski ve en güzel sütun başlıkları şu ana kadar İzmir'de bulunmuştur. Samos, Milet, Efes, Erythrai ve Phokaia'da çıkarılan sütun başlıkları M.Ö. 6. Yüzyılın ikinci yarısından (M.Ö. 575-550) tarihinden önce değildir. Helken sanatının en özgün mimarlık öğeleri olan Aiol ve İon türü başlıklar ile İon ve Lesbos biçimi kymationlar (yaprak ya da yumurta şekilli mimarlık süslemesi) doğuşlarını Eski Izmir de gün ışığına çıkan ve büyük ölçüde Anadolu Hitit sanatından esinlenmiş olan bu başlıklara borçludurlar
Hellen Dünyasının çok odalı ev tipinin en eski örneği Eski İzmir de bulunmuştur. Gerçekten M.Ö. 7. Yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olan iki katlı, beş odalı, ön avlulu çifte megaron, Hellenlerin bugün için bilinen, bir çatı altındaki en eski çok odalı evdir. Ondan önceki Yunan evleri yan yana dizilmiş megaronlardan oluşuyordu. Eski İzmir'in cadde ve sokakları daha 7. yy'ın ikinci yarısında ızgara planlı idi, caddeler ve sokaklar kuzeyden güneye ve doğudan batıya uzanıyor, evler genellikle güneye bakıyordu .
İlerde M.Ö.5. yüzyılda Hippodamos tipi adını alacak olan bu kent planı özünde Yakın doğuda çoktan biliniyordu. Bayraklı şehir planı bu tür kent dokusunun Batı dünyasındaki en erken örneğidir. İon uygarlığının en eski parke döşeli yolu Eski İzmir'de gün ışığına çıkarılmıştır.
Hellen dünyasının en eski sivil mimarlık eseri Eski İzmir'de 7. Yüzyılın ilk yarısında yapılmış olan güzel taş çeşmedir. Bir zamanlar Yamanlar Dağı üzerinde yükselen Tantalos mezarı, tholos biçimli anıtsal mezarların güzel bir temsilcisidir. Tantalos tümülüsünün mezar odası adı geçen çeşmenin planında idi ve onun gibi Isopata tipi adını taşıyan yapı türünde idi, yani planı dörtgendi ve üstü bindirme tekniğindeki bir tonozla örtülü bulunuyordu. Tantalos mezarı adı ile anılan bu anıtsal eser Eski İzmir'de MÖ.520-580 tarihlerinde yönetimi elinde tutan basileusun ya da tyranın mezarı olmalıdır.
Eski İzmir'de, çömlekçi işlikleri, arkeoloji literatüründe "Oryantalizan" ya da "Friz Stili" adı ile anılan seramik türünün güzel örneklerini üretiyor, taşçı ustaları mimarlık eserlerinden başka anıtsal boyda heykeller ve heykelcikler yontuyor ve bütün bu sanat yaratılarının bir bölümü dış pazarlara sürülüyordu.
Bilindiği gibi M.Ö. 6. Yüzyılın ilk yarısında o zamanki antik dünyanın kültür merkezi Batı Anadolu idi. Özellikle Milet'de tarihte ilk defa batıl inançlardan ve her çeşit din etkisinden kurtulmuş, özgür düşünceye dayalı bilimsel araştırmalar başlamıştı. Doğu dünyasının zengin bilgi ve deneyim hazinelerinden yararlanarak ve özellikle özgür düşünce yöntemiyle Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros gibi doğa filozofları' bugünkü Batı uygarlığının temellerini atmışlardı. Thales dünyada ilk defa bir doğa olayını, M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde olagelen güneş tutulmasını oluşundan önce hesaplamıştır. Böylece kültür ve bilim alanında tarihin başlangıcından beri 2500 yıl boyunca Mezopotamya ve Mısır'ın elinde olan önderlik, Batı Anadolu'ya geçmiştir. Batı Anadolu bu önderliğini İranlıların Anadolu'yu işgal ettikleri 545 yılına değin korumuştur. Ancak İran işgali ile filozoflar, bilim adamları ve sanatçılar Atina'ya göç edince kültür ve ilim alanındaki önderlik Atina'ya geçmiştir.
Milet, Efes, Samos gibi İzmir de 6. Yüzyılın başlarında büyük olasılıkla düşünce ve bilim alanında önde gelen kentlerden biriydi. Ancak Eski İzmir M.Ö. 640-545 tarihlerinde döneminin en ileri kültür merkezlerinden biri olduğu halde daha sonraları önemini yitirdiği için, çalışmalarda eskisi hızını kaybetmişti. Eski İzmir'in edebiyat, şiir, tarih, felsefe ve bilim konularında ne düzeyde olduğu hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Mimarlık konusunda ise önemli bir merkezdi.
Herodotos, Eski İzmir'i Lidya kralı Alyattes'in aldığından bahseder. Kazılarda da bu olay M.Ö. 500 sıralarına tarihlenir. Kent ve Athena tapınağı tahrip olsa da İzmirliler M.Ö. 590 yıllarında tapınağı tekrar inşa ederler.
Daha sonra Persler tarafından 6. Yüzyılın ortalarında ele geçirilen kent. Bu olayla birlikte parlak devrini tamamlamıştır. Bu tarihten sonra Athena tapınağına hediye edilmiş hiçbir armağan bulunamaması da bu tahribatın önemli göstergelerinden birisidir.

Gerileme Dönemi (M.Ö. 500-300)

İzmir Konak meydanı, saat kulesinden bir görünüş.
Athena Tapınağı M.Ö. 545 tarihlerinde terkedilmişse de yerleşim sürmüş, ancak bundan sonra 200 yıl kadar bir süre eski İzmir önemini ve işlevini yitirmiştir.
M.Ö. 5. yüzyıl boyunca küçük ancak zengin bir yerleşmenin yer aldığı Bayraklı Höyüğü M.Ö. 5. yüzyılın sonunda ve özellikle 4. yüzyıl süresince yoğun bir iskana sahne olmuştur. Bu dönemde, ortalarında büyük avlular olan biri 5, biri 8 ve diğeri 15 odalı olmak üzere üç ev gün ışığına çıkarılmıştır. Bunların, kenti idare eden ve muhtemelen dönemlerindeki Pers etkisine uyarak yakın civardaki Larissa'da olduğu gibi, birer tyran olan beylere ait olmaları akla yakın gelmektedir. Nitekim Yamanlar Dağı'nda hala kısmen korunmuş olan ve önemli kişilerin mezarları olması gereken düzgün krepisli birkaç 4. yüzyıl tümülüsü bu düşünceyi desteklemektedir.
Söz konusu merkezi avlulu büyük üç evden başka birçoğu megarondan bozma dörtgen planlı küçük evler bulunmuştur. Bayraklı höyüğünün bütün üst düzeyinin 4. yy. boyunca evlerle kaplı olduğu söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki Anadolu'daki Pers işgali 4. yüzyılda gücünü yitirmiş ve İyon kentlerinin büyümesine neden olmuştur. Meydana gelen nüfus patlaması ile yüz dönümlük Bayraklı Höyüğü, İzmirlilere küçük gelmeye başladığından, M.Ö. 300 tarihlerinde Kadifekale (Pagos) eteklerinde yeni İzmir kenti kurulmuştur.

Roma İmparatorluğu dönemi (M.Ö. 333-M.S. 395)
Büyük İskender'in İssos'ta (İskenderun) Pers Kralı Darius'u yenmesinden (M.Ö. 333) ve arkasından bütün doğuyu ele geçirmesinden sonra Hellen dünyası büyük bir refah çağına erişti. Kentler nüfus patlamalarına sahne oldu. Hellenistik Dönem'de İskenderiye, Rodos, Bergama ve Efes kentlerinden her biri 100 binin üstündeki bir nüfusa eriştiler. Küçük bir tepeciğin üzerinde kurulmuş olan eski İzmir kentinin duvarlarının içinde yalnız birkaç bin kişi yaşayabiliyordu. Bu nedenle en geç M.Ö. 300 sıralarında Kadifekale'nin eteklerinde, yeni ve büyük bir kent kuruldu.
M.Ö. 323 yılında Büyük İskender'in ölümü üzerine çıkan iç savaşta İzmir (zamanın ismiyle Symrna), önce Lysimakhos'un, sonra Lysimakhos'u M.Ö. 281 yılında yapılan Corupedion Savaşı'nda yenen Selevkoslar'ın kralı 1. Selevkos'un eline geçti. Selevkos egemenliği M.Ö. 190 yılında yapılan Magnesia (bugün Manisa) Savaşı'na kadar sürdü. Selevkoslar, Romalılar'a karşı kaybettiği bu savaştan 2 yıl sonra yapılan Apameia (bugün Dinar) savaşıyla Bergama Krallığı'na verildi. Bergama'nın egemenliği, Kral 3. Attalos'un ölümüne dek sürdü ve bu tarihte Romalılar'ın eline geçti ve Asya Eyaleti'ne bağlandı.
Tarihçi Strabon, Smyrna'nın kendi zamanında yani M.Ö. 1. yüzyıla geçiş sırasında en güzel İyon kenti olduğunu belirtmektedir. O dönemde kentin küçük bir bölümü Kadifekale'nin Pagos'un üzerindeydi. Büyük bölüm ise düz arazi üzerinde bulunan liman çevresine toplanmıştı. Ana tanrıçanın tapınağı ile gymnasion da bu hat üzerinde yer alıyordu. Caddeler düzdü ve tamamı büyük taşlarla düzgün bir biçimde kaplanmıştı. Aristeides, kentin doğu-batı yönünde uzanan iki ana yolunun (Kutsal yal ve Altın yol) bulunduğunu ve bu yollarla kentin , denizden gelen esinti ile serinlediğini anlatmaktadır. Strabon İzmir'de Homereion olarak adlandırılan bir stoanın varlığından söz eder (belki de bir perystil ev). Bu evin içinde Homeros'un bir heykeli bulunuyordu.

İzmir Agorasından bir görünüş
Roma Çağı'nda İzmir'de inşa edilen yapılar arasında, Kadifekale'nin (Pagos) kuzeybatı eteğindeki antik tiyatro ve batıdaki stadyumun her ikisinden de pek az iz kalmıştır. Diğer taraftan Smyrna Agorası oldukça iyi korunmuş olup, bugün kısaca Agora olarak bilinmektedir. Agoranın ölçüsü 120x80 metre uzunluğunda geniş bir avlusu vardı. Doğusunda ve batısında birer stoası vardı. Her iki yapı 1 7,5 m. olup ikişer katlıydı. Ayrıca 28 m. uzunlukta bir bazilika da mevcuttu. M.Ö. 2. Yüzyılda Romalıların egemenliğine giren İzmir ikinci kez altın dönemini yaşamaya başlar. M.Ö. 88 yılında Pontus Kralı 6. Mithridates'in eline geçtiyse de 2 yıl sonra Romalılar şehri geri aldı.
İncil'de sözü edilen "Yedi Kilise"den bir tanesinin bulunduğu Smyrna Hıristiyanlığın gelişmesinde önemli bir rol oynar. İzmir'in ilk başpiskoposu olan Aziz Polikarp havari ve İncil yazarı St. John'un ilk müridlerinden biridir. Yaklaşık M.S. 70 yılında Anadolu'da doğmuş, inancından ötürü 23 Şubat 155 tarihinde, İzmir akropolü üzerinde bulunan stadyumda Romalılar tarafından yakılarak ölüme mahkum edilmiştir. M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölününce, İzmir, sonradan Bizans İmparatorluğu olarak tanınacak Doğu Roma İmparatorluğu'nun bir parçası olur.

Bizans İmparatorluğu dönemi
Bizans İmparatorluğu döneminde Araplar, Selçuklular, Haçlılar ve Cenevizliler kenti ele geçirmek için birbirleriyle savaşırlar. Kenti ilk önce Araplar 672 yılında denizden zaptedip İstanbul'a yaptıkları akınlarda bir üs olarak kullanırlar. Türkler İzmir'i ilk kez 1076'da Sulçuklu akıncılarından ve zamanla ilk büyük Türk denizcisi olacak Çaka Bey'in komutasında ele geçirirler. İzmir'den hareketle Ege Adaları ve Çanakkale Boğazı'na düzenlediği akınlarla Bizanslılara korku salan Çaka Bey'in ölümünden sonra Bizanslılar kenti 1098'de geri alırlar ve şehrin kıyı tarafı 1204 yılında Rodos Şovalyeleri'nin eline geçer. 1310'da Aydınoğlu Umur Bey tüm şehri ele geçirir. 1344 yılında Cenevizliler kıyıdaki St. Peter kalesini ele geçirirler. Cenevizliler aşağı kenti kontrollerinde tutarken Aydınoğulları Beyliği yukarı kentte (Kadifekale) hakimiyet kurar. Gavur İzmir deyimi o dönemden kalmadır ve Cenevizlilerin elinde kalan aşağı kenti tanımlamak için kullanılmıştır. 14.yüzyıl ortalarında St. Peter kalesi ve aşağı kent bu kez Rodos Şövalyeleri tarafından ele geçirilir. Bu arada Osmanlı Devleti 1398'de İzmir üzerinde hakimiyet kurdu. Ankara Savaşı'nı kazanarak Osmanlı Devleti'ni mağlup etmiş olan Timur'un 1403'de bizzat komuta ettiği Moğol ordusu kenti istila edip, St.Peter Kalesini yerle bir eder. Bu fetih Timur'un Hristiyan güçlere karşı yapmış olduğu tek savaş olması nedeniyle ayrıca önemlidir. Osmanlı Devleti'nin toparlanmasından sonra 1422 yılında II. Murat kenti zapteder ve İzmir bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olur.

Piri Reisin Kitab-ı Bahriye kitabında İzmir körfezi

Osmanlı İmparatorluğu dönemi
Osmanlı idaresinin ilk yüzyıllarında ikinci derece bir sancak olan İzmir'in İlk Osmanlı yöneticisi Karasubaşı Hasan Ağa'dır. İzmir 1605-1606 yıllarında Celali İsyanları kapsamında Arap Sait ve Kalenderoğlu ayaklanmalarına sahne olmuştur. Ancak kent, Osmanlı İmparatorluğunun 1620 yılında yabancılara tanıdığı kapitülasyonlardan sonra giderek İmparatorluğun en önemli ticaret merkezlerinden biri haline gelir.
1619'da Fransız, 1620'de İngiliz konsoloslukları açılır. Bu arada şehrin nüfus yapısı da değişmeye başlar. 16. yüzyıl kaynakları İzmir'de 19 cami, 18 havra ve sadece 1 Rum Ortodoks kilisesi bulunduğunu, kentin 9 mahallesinden sadece birinde Hristiyanların yaşadığını belirtmektedir. Dolayısıyla, o dönemde şehir merkezinde Müslüman-Türkler çoğunlukta, önemli ve köklü bir Musevi cemaati mevcut (Sabetay Sevi 17. yüzyılda İzmir Musevi cemaatinin içinden çıkmıştır) ve Hrıstiyan Rumlar azınlıkta olmalıdır. Evliya Çelebi de, 1672'de İzmir'i ziyaretinde, nüfus yapısındaki değişimin ilk gözlemlerini kaydeder ve Punta (Alsancak) mahallesinde giderek artan sayıda yerli gayrimüslimlerin, Levantenlerin ve Batılı tüccarların yoğunlaştığını yazar. İzmir'de 1676'da yaklaşık 30 bin kişinin öldüğü bir veba salgını, 1742'de şehrin yarısının yandığı büyük bir yangın olur. Osmanlılarca İzmir'e paşa düzeyinde yapılan ilk atama, 1707'de yabancı tüccarlarca düzenlenen Buca ayaklanması ndan sonra 1716'da tayin edilen Köprülü Abdullah Paşa'dır. 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl larda kent Fransız, İngiliz, Hollandalı ve İtalyan tüccarların gözdesidir. Bu gelişmeye paralel olarak, eyalet merkezi (Aydın eyaleti) önce 1841'de geçici olarak, sonra da 1850'de temelli İzmir'e aktarılmıştır. Aynı yıl Sultan Abdülmecit, 1863'de de Sultan Abdülaziz İzmir'i ziyarete gelmişler, 1871'de kurulan belediyenin ilk başkanı da Yenişehirlizade Ahmet Efendi olmuştur. Çokuluslu bir ticaret şehri haline gelen ve servet birikimi yaratarak metropolleşen İzmir civarında aşayişi korumak herzaman zorlu bir uğraş olmuştur. Bu bağlamda, bölgenin ünlü Rum eşkiyalarından Katırcı Yani 1853'de Buca'da yakalanabilmiş, başta Çakırcalı Mehmet Efe olmak üzere, efeler ve eşkiyalar İzmir'e özel ilgi göstermişler, çoğu kez resmi görevlilerden, yerli, levanten ve yabancı tacirlerden ve azınlıklardan oluşan çetrefil bir ilişkiler ağı içinde rol oynamışlardır.
İzmir I. Dünya Savaşından sonra 15 Mayıs 1919'da Yunan ordusu tarafından işgal edilir. Bu işgal 9 Eylül 1922 tarihinde sona erer. Ancak, İzmir 13 Eylül 1922 sabahı tarihinin belki de en büyük felaketlerinden birini yaşamaktan kurtulamaz. Basmane semtinde başlayan yangın 2.600.000 metrekarelik bir alanda 20.000'den fazla ev ve işyerini tahrip eder. Bu yangın ne yazık ki kentin geleneksel alanının dörtte üçünü tahrip etmiştir. Fakat yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte İzmir zümrütü anka kuşu gibi kendi külleri içinden yeniden doğmuştur. Yangın alanında bugün İzmir Enternasyonal Fuarı bulunmaktadır.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Dolmabahçe Sarayı

Dolmabahçe Sarayı
Dolmabahçe Sarayı, Karaköy'den Sarıyer'e uzanan sahil şeridinin Kabataş ile Beşiktaş arasında kalan bölümünde, Marmara Denizi'nden Boğaziçi'ne deniz yoluyla girişte sol sahilde, Üsküdar'ın karşısında yer alan saray.


Sarayın tarihi
Dolmabahçe Sarayı Mabeyin Dairesi'nin Has Bahçe'den görünüşü
Dolmabahçe Sarayı'nın bugün bulunduğu alan, bundan dört yüzyıl öncesine Kadar Osmanlı Kaptan-ı Derya'sının gemileri demirlediği, Boğaziçi'nin büyük bir koyuydu. Geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı bu koy zamanla bataklık hâline geldi. 17. yüzyıl'dan itibaren doldurulmaya başlanan koy, padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahilsarayı adıyla anıldı. [1]
18. yüzyıl'ın ikinci yarısına doğru, Türk mimarisinde Batı tesirleri görülmeye başlanmış ve "Türk Rokokosu" denilen süsleme şekli, gene Batı tesiri altında kalarak yapılan köşk, kasır ve sebillerde kendini göstermeye başlamıştır. III. Selim, Boğaziçi'nde Batı tarzında ilk binaları inşa ettiren padişahtır. Mimar Melling'e Beşiktaş Sarayı'nda bir kasır yaptırmış, lüzum gördüğü diğer yapıları da genişlettirmiştir. II. Mahmut, Topkapı Sahilsarayı'ndan başka, Beylerbeyi ve Çırağan bahçelerinde Batı tarzında iki büyük saray yaptırmıştır. Bu devirlerde Yeni Saray (Topkapı Sarayı) fiilen olmasa bile, terkedilmiş sayılırdı. Beylerbeyi'ndeki saray, Ortaköy'deki mermer sütunlu Çırağan, eski Beşiktaş Sarayı ile Dolmabahçe'deki kasırlar II. Mahmut'un mevsimlere göre değişen ikametgâhlarıydı. Abdülmecit de babası gibi Yeni Saray'a fazla itibar etmemekteydi, orada sadece kış mevsiminde bir kaç ay kalıyordu. Kırkı aşkın çocuğunun hemen hemen tamamı Boğaziçi saraylarında dünyaya gelmiştir.


Sarayın, İstanbul Boğazı'na olan cephesi
Abdülmecit, eski Beşiktaş Sarayı'nda bir süre oturduktan sonra, şimdiye kadar tercih edilen klasik saraylar yerine, ikamet, sayfiye, misafir kabul ve ağırlama, devlet işlerini yürütme amacıyla, Avrupai plan ve üslupta bir sarayın inşaatına karar verdi.[2] Abdülmecit, diğer şehzadeler gibi köklü bir eğitim görmemesine rağmen, Batı'ya dönük bir sultandı. Batı müziğini ve batı üslubuyla yaşamayı seven padişah, anlaşabilecek kadar da Fransızca biliyordu.
Günümüzdeki Dolmabahçe Sarayı'nın yerinde bulunan köşklerin, 200 yıl kadar önce denizden kazanılmış toprağın tekrar ortaya çıkarılması için yıkımının kesin olarak hangi tarihte başladığına dair bir bilgi yoktur. 1842'de sarayın yerinde olduğu ve bu tarihten sonra yeni sarayın inşaatına başlandığı tahmin edilmektedir.[3] Bununla birlikte bu tarihlerde inşaat arazisinin genişletilmesi için çevredeki tarla ve mezarlıkların satın alınarak istimlak edildiği belirtilir. İnşaat bitim tarihi için çeşitli kaynaklar değişik tarihler vermektedir. Ancak, 1853 yılı sonunda saray inşaatını gezen bir Fransızın anlattıklarından, sarayın hâlen süslemelerinin yapıldığını, mobilyaların henüz yerleştirilmediğini anlamaktayız. [4]


Mabeyin Dairesi önündeki Has Bahçe'de yer alan havuz
Sultan I. Abdülmecit tarafından yaptırılan sarayın cephesi, İstanbul Boğazı'nın Avrupa kıyısında 600 metre boyunca uzanmaktadır. Avrupa mimari üsluplarının bir karışımı olarak, Ermeni asıllı Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855 yılları arasında inşa edilmiştir. 1855 yılında tamamıyla bitirilen Dolmabahçe Sarayı'nın açılış töreni Ruslar'la yapılan Paris Antlaşması (30 Mart 1856)'dan sonra olmuştur. [5] 7 Şevval 1272 (11 Haziran 1856) tarihli Ceride-i Havadis adlı gazetede, sarayın 7 Haziran 1856'da resmen açıldığı haberi verilmiştir. [6]
Abdülmecit döneminde üç milyon kese altın olan sarayın borcu, Maliye Hazinesi'ne aktarılınca, zor durumda kalan maliye, aylıkları, ay başı yerine ay ortalarında, sonraları da 3-4 ayda bir ödemek durumunda kalmıştır. [7] 5.000.000 altına mal olan Dolmabahçe Sarayı'nda Sultan Abdülmecit sadece altı ay yaşayabilmiştir. [8]
Ekonomiyi tam bir iflas hâlinde devralan Sultan Abdülaziz devrinde sarayda israf son haddini bulmuştur. 5.320 kişinin hizmet verdiği sarayda yıllık masraf 2.000.000 sterlini bulmaktaydı. Abdülaziz'in, ölen kardeşi kadar Batı'ya hayranlığı yoktu. Alaturka bir hayat tarzını tercih eden padişahın pehlivan güreşleri ile horoz dövüşlerine merakı vardı. Saray, Abdülaziz'in son dönemlerinde, yüksek dereceli memurların usulsüz atanmalarına, azillere, entrikalara ve rüşvetlere sahne olmuştur. Padişahın, istikraz işinden menfaat beklediğini açıkça ifade etmesi ile ordu ödeneğinden seksen bin altın talep etmesi tahttan indirilmesine sebep olmuştur.[9]
30 Mayıs 1876'da V. Murat, saraydaki dairesinden alınarak Bab-ı Sarasker'e götürüldü ve kendisine Serasker Kapısı'nda (Üniversite Merkez Binası) biat töreni yapıldı. V. Murat Sirkeci'den Dolmabahçe'ye saltanat kayığıyla dönerken aynı saatlerde Abdülaziz başka bir kayıkla Topkapı Sarayı'na götürülmekteydi. Saraya getirilen V. Murat'a Mabeyn Dairesi'nin üst kat sofrasında ikinci bir biat merasimi düzenlenmiştir. V. Murat'tan sonra tahta çıkan II. Abdülhamit şerefine bütün şehir fenerlerle aydınlatılırken, Dolmabahçe Sarayı'nda sadece bir odada ışık yanmaktaydı, padişah anayasa metni üzerinde çalışıyordu.[10] Devamlı suikast endişesi duyan padişah Dolmabahçe Sarayı'nda oturmaktan vazgeçerek, Yıldız Sarayı'na taşınmıştır. Böylece, bu padişah, sarayda sadece 236 gün kalmıştır.


Sarayın girişindeki saat kulesi
Büyük masraflarla inşa ettirilen saray, 33 yıl boyunca yılda iki defa Büyük Muayede Salonu'nda tertip edilen bayram merasimlerinde kullanılmıştır. V. Mehmet zamanında sarayın kadrosu azaltılmış, yurt dışında çok önemli olaylar cereyan ederken, saray içinde, sekiz yıllık süre boyunca az sayıda olay gerçekleşmiştir. Bu olaylar, 9 Mart 1910'da 90 kişiye verilen bir ziyafet, aynı yılın 23 Mart'ında Sırp Kralı Petro'nun bir hafta süren ziyaret törenleri, Veliaht Max'ın ziyareti ve Avusturya imparatoru Karl ile İmparatoriçe Zita'nın şerefine düzenlenen ziyafetlerdir. Yorgun ve yaşlı padişahın vefatı Dolmabahçe Sarayı'nda değil Yıldız Sarayı'nda olmuştur. VI. Mehmet unvanıyla tahta çıkan Vahdettin, Yıldız'da oturmayı tercih etmiş, ancak vatanı Dolmabahçe Sarayı'ndan terketmiştir.[11]
TBMM reisi Gazi Mustafa Kemal tarafından imzalanmış telgrafı alan Abdülmecid Efendi, halife ilân edildi. Yeni halife TBMM'den gelen heyeti Dolmabahçe'nin Mabeyn Dairesi Salonu'nun üst katında kabul etmiştir. Hilafetin kaldırılmasıyla Abdülmecit Efendi maiyetiyle birlikte Dolmabahçe Sarayı'nı terk etmiştir (1924).[12] Boşalan saraya Atatürk üç yıl hiç uğramamış. Onun döneminde saray iki yönden önem kazanmıştır; yabancı konukların bu mekânda ağırlanmaları, kültür ve sanat bakımından saray kapılarının dışarıya açılması. İran Şahı Pehlevi, Irak Kralı Faysal, Ürdün Kralı Abdullah, Afgan Kralı Amanullah, özel ziyaret için gelen İngiliz Kralı Edward ve Yugoslav Kralı Aleksandr, Mustafa Kemal Atatürk tarafından Dolmabahçe Sarayı'nda ağırlanmışlardır. 27 Eylül 1932'de Muayede Salonu'nda Birinci Türk Tarih Kongresi açılmış, 1934'te de Birinci ve İkinci Türk Dil Kurultayları burada toplanmıştır. Turing kurumlarının dünya kuruluşu Alliance Internationale de Tourisme'nin Avrupa toplantısı Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenerek, sarayın turizme ilk açılışı sağlanmıştır (1930).

Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'nın Harem Dairesi'nde yer alan çalışma odası
Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün İstanbul ziyaretlerinde ikametgâh olarak kullandığı sarayda yaşanan en önemli olay, 10 Kasım 1938'de Atatürk'ün ölümüdür. Atatürk, sarayın 71 numaralı odasında hayata gözlerini kapamıştır. Muayede Salonu'nda kurulan katafalga konan naaşı önünden son saygı geçişi yapılmıştır. Saray, Atatürk'ten sonra Cumhurbaşkanlığı sırasında İsmet İnönü tarafından, İstanbul'a gelişlerinde kullanılmıştır. Tek partili dönemden sonra saray, yabancı misafirleri ağırlamak amacıyla hizmete açılmıştır. Alman Cumhurbaşkanı Gronchi, Irak Kralı Faysal, Endonezya Başbakanı Sukarno, Fransa Başbakanı General de Gaulle şereflerine törenler düzenlenip, ziyafetler verilmiştir.

Atatürk'ün 10 Kasım 1938 tarihinde hayata gözlerini yumduğu yatağı
1952'de Dolmabahçe Sarayı, Millet Meclisi İdare Amirliği'nce haftada bir gün olmak üzere halka açılmıştır. 10 Temmuz 1964 tarihinde Millet Meclisi Başkanlık Divanı'nın toplantısıyla resmî açılışı yapılmış, Millet Meclisi İdare Amirliği'nin 14 Ocak 1971 tarihli yazısıyla bir ihbar sebep gösterilerek kapatılmıştır. 25 Haziran 1979'da 554 sayılı Millet Meclisi Başkanı emriyle turizme açılan Dolmabahçe Sarayı, aynı yılın 12 Ekim'inde yine bir ihbar üzerine kapatılmıştır. İki ay kadar sonra Millet Meclisi Başkanı'nın telefon emriyle tekrar turizme hizmet vermeye başlamıştır. MGK İcra Daire Başkanlığı'nın 16 Haziran 1981 tarih ve 1.473 sayılı kararıyla saray ziyaretçilere tekrar kapatılmış ve bir ay sonra 1.750 sayılı MGK Genel Sekreterliği'nin emriyle açılmıştır. [13]
Saat Kulesi, Mefruşat Dairesi, Kuşluk, Harem ve Veliahd Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere yönelik kafeterya hizmetleri veren bölümler ve hediyelik eşya satış reyonları oluşturulmuş, bu reyonlarda Kültür-Tanıtım Merkezi'nce hazırlanan ve milli sarayları tanıtıcı bilimsel nitelikte kitaplar, çeşitli kartpostallar ve Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu'ndan seçilmiş ürünlerin tıpkı basımları satışa sunulmuştur. Diğer yandan, Muayede Salonu ve bahçeler ise ulusal ve uluslararası resepsiyonlara ayrılmış, yeni düzenlemelerle saray, müze içinde müze birimlerine, sanat ve kültür etkinliklerine kavuşturulmuştur. [14]

Mimari üslubu

Sarayın, İstanbul Boğazı'na olan cephesi
Avrupa saraylarının anıtsal boyutlarına özenilerek inşa edilen Dolmabahçe Sarayı, değişik üslupların öğeleriyle donandığından belirli bir üsluba bağlanamaz. Büyük bir orta yapıyla iki kanattan oluşan planında, geçmişte mimari açıdan işlevsel değeri olan öğelerin farklı bir anlayışla ele alınarak süsleme amacıyla kullanıldığı gözlemlenir. [15]
Dolmabahçe Sarayı'nın kendine has, belirli ekollere giren bir mimari üslubu olmamasına karşın Fransız Baroku, Alman Rokokosu, İngiliz Neo Klasizmi, İtalyan Rönesansı karışık bir şekilde uygulanmıştır. Saray, batı anlayışıyla çağdaşlaşma gayretleri içinde bulunan toplumun sanatta da batının tesiri altında kalarak, Osmanlı saray ihtiyaçlarını da dikkate alıp, o asır bünyesinin sanat atmosferi içinde yapılmış bir eserdir. Nitekim, 19. yüzyıl köşk ve saraylarına dikkat edildiğinde onların, içinde yaşanılan yüzyılın sanat olaylarına değil, toplumun ve tekniğin gelişmesini de izah ettiği farkedilebilir.[16]

Özellikleri

Sarayın, üstü cam kaplı iç mekânı
Deniz tarafından görünüşü batılı olmasına karşılık, bahçe tarafı yüksek duvarlarla çevrili ve ayrı ayrı birimlerden oluşması itibariyle doğulu görünümündeki Dolmabahçe Sarayı, 600 m uzunluğunda mermer bir rıhtım üzerinde inşa edilmiştir. Mabeyn Dairesi (bugün Resim Heykel Müzesi)'nden Veliahd Dairesi'ne kadar olan uzaklığı 284 m'dir. Bu mesafenin ortasında yüksekliğiyle dikkat çeken Merasim (Muayede) Dairesi bulunur.
Dolmabahçe Sarayı üç katlı, simetrik planlıdır. 285 odası ve 43 salonu vardır. Sarayın temelleri kestane ağacı kütüklerinden yapılmıştır. Deniz tarafındaki rıhtımın yanı sıra kara tarafında da birisi çok süslü iki abidevi kapısı vardır. Bakımlı ve güzel bir bahçenin çevrelediği bu sahil sarayının ortasında, diğer bölümlerden daha yüksek olan tören ve balo salonu yer alır. Büyük, 56 sütunlu kabul salonu 750 ışıkla aydınlanan, İngiliz yapımı 4,5 tonluk muazzam kristal avizesi ile ziyaretçilerin ilgisini çeker.[17]


Sarayın, Muayede Salonu'nda yer alan 4,5 tonluk kristal avize
Sarayın giriş tarafı Sultanın kabul ve görüşmeleri, tören salonunun diğer tarafındaki kanat ise harem bölümü olarak kullanılmıştır. İç dekorasyonu, mobilyaları, ipek halı ve perdeleri ve diğer tüm eşyası eksiksiz olarak, orijinaldeki gibi günümüze gelmiştir. Dolmabahçe Sarayı mevcut hiçbir sarayda bulunmayan bir zenginlik ve ihtişama sahiptir. Duvar ve tavanlar devrin Avrupalı sanatkârlarının resimleri ve tonlarca ağırlığında altın süslemeleri ile dekore edilmiştir. Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonlarına sahiptir. Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır. Meşhur Hereke ipek ve yün halılar, Türk sanatının en güzel eserleri, birçok yerde serilidir. Avrupa ve Uzak Doğu'nun ender dekoratif el işi eserleri sarayın her yerini süsler. Sarayın pekçok odasında kristal avizeler, şamdanlar ve şömineler bulunur.
Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonu buradakidir. 36 metre yüksekliğindeki kubbesinden ağırlığı 4,5 ton olan devasa kristal avize asılı durur. Önemli siyasi toplantılarda, tebrik ve balolarda kullanılan bu salon, önceleri alttaki, fırına benzer bir düzen ile ısıtılırdı. Saraya kalorifer ve elektrik sistemi daha sonraları eklenmiştir. Altı hamamdan, Selamlık bölümünde olanı, oymalı alabaster mermerleri ile dekorludur. Büyük salonun üst galerileri orkestra ve diplomatlar için ayrılmıştır.


Sarayın, kristalden yapılmış billur korkuluklu merdivenleri
Uzun koridorlar geçilerek varılan harem bölümünde, sultan yatak odaları ve sultanın annesinin bölümü ile diğer kadın ve hizmetkârlar bölümleri bulunmaktadır. Sarayın kuzey eklenti bölümü şehzadelere tahsis edilmiştir. Girişi Beşiktaş semtinde olan yapı, günümüzde Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet vermektedir. Saray Haremi'nin dış tarafında ise, Saray Tiyatrosu, Istabl-ı Âmire, Hamlacılar, Attiye-i Senniye Anbarları, Kuşhane Mutfağı, Eczahane, Pastahane, Tatlıhane, Fırınlar, Un fabrikası, Bayıldım Köşkleri bulunmaktaydı.[18]


Saray'ın Muayede Salonu'nun kapısı
Dolmabahçe Sarayı yaklaşık olarak 250.000 m²'lik bir alanda yer almaktadır.[19] Saray, müştemilatının hemen hemen tamamıyla birlikte deniz doldurularak, bu zemin üzerine 35 - 40 cm çapında, 40 - 45 cm satrançvari aralıklarla, meşe kazıklar çakılarak üzerine takviye edilmiş yatay hatıllarla bütünleştirilmiş 100 - 120 cm kalınlığında oldukça sağlam horasan harçlı döşek (radyojeneral) üzerine kagir olarak inşa edilmiştir. Kazık boyları 7,00 - 27,00 m arasında değişmektedir. Yatay peşteban hatıllar ise 20 x 25 - 20 x 30 cm dikdörtgen kesitindedir. Horasan döşekler esas kütlenin 1,00 - 2,00 m dışına taşacak (ampatman) şeklinde oluşturulmuşlardır. Yıktırılan eski sarayların temel döşekleri tamir ettirilerek yeniden kullanılmıştır. Gayet sağlam olduklarından, hiçbiri tasman yapmamış, çatlama ve yarılma olmamıştır.
Sarayın temel ve dış duvarları, masif taştan, bölme duvarları harman tuğlasından, döşeme, tavan ve çatılar ahşap olarak yapılmıştır. Beden duvarlarında takviye amacıyla demir gergiler kullanılmıştır. Masif taşlar, Haznedar, Safraköy, Şile ve Sarıyer'den getirilmiştir. Stuka mermerle kaplanan tuğla beden duvarları, somaki mermer plak veya kıymetli ağaçlardan faydalanılarak lambrilerle örtülmüştür. Pencere doğramaları meşe kerestesinden yapılmış, kapılar maun, ceviz veya daha kıymetli kerestelerden imal edilmiştir. Çıralı çam keresteler Romanya'dan, meşe dikme ve hatıllar Demirköy ve Kilyos'tan, kapı, lambri ve parke keresteleri de Afrika ve Hindistan'dan getirtilmiştir.[20]
Alttan kızdırmalı alaturka stilinde inşa edilen kagir kubbeli hamamlarda Marmara mermeri, Hünkâr hamamında ise Mısır alabaster cevheri kullanılmıştır. Pencerelerde özel imalatla ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camlar kullanılmıştır. Özellikle padişahın kullanımında olan yerlerdeki duvar ve tavan süslemeleri diğer mekanlardakilere nazaran daha fazladır. Çatılarda toplanan kar ve yağmur suları dere ve oluklarla kanalizasyona bağlanmıştır. Kanalizsyon şebekesi kafi miktarda borularla kurulmuş, atık sular çeşitli işlemlerle temizlenerek, dört ayrı yerden denize akıtılması sağlanmıştır.[21]

Süslemeleri


Dolmabahçe Sarayı'nın dış süslemeleri, Barok, Rokoko ve Ampir motiflerinden oluşur
Dolmabahçe Sarayı'nın iç ve dış süslemeleri Batı'nın çeşitli sanat dönemlerinden alınan motiflerin birarada kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Barok, Rokoko ve Ampir özelliğindeki motifler içiçe kullanılmıştır. Sarayın inşaatında Marmara Adaları'ndan çıkarılan maviye benzer bir renkteki mermer kullanılmış, iç süslemede ise su mermeri, billur, somaki gibi kıymetli haiz mermer ve taşlarla çalışmalar yapılmıştır.[22] Dış cephelerdeki süslemelerde olduğu gibi iç tezyinatta da eklektik (seçmeci) anlayış hakimdir. Sarayın duvar ve tavan süslemeleri İtalyan ve Fransız sanatçılar tarafından yapılmıştır. [23] İç süslemelerde çoğunlukla altın tozu kullanılmıştır. Resimler sıva ve alçı üzerine yapılmış, duvar ve tavan süslemelerinde perspektifli mimari kompozisyonlarla boyutlu yüzeyler meydana getirilmiştir.[24] Sarayın iç dekoru, tarih akışı içinde ilaveler yapılarak zenginleştirilmiş, özellikle yabancı devlet adamı ve kumandanların hediyeleri ile salon ve odalar ayrı bir değer kazanmıştır.[25] Séchan isimli yabancı bir sanatkar sarayın dekore edilmesinde ve döşenmesinde çalışmıştır. Avrupai stilde (Regence, XV. Louis, XVI. Louis, Viyana-Thonet) ve Türk tarzındaki mobilyaların yanısıra, saray odalarında görülen minder, döşek ve şalteler alaturka hayat tarzının devam ettirildiğini göstermektedir. 1857 tarihli belgelerde Séchan'a başarısından dolayı nişan verildiği ve kendisine üçmilyon frank hakkının ödenmesi gerektiği açıklanmıştır. [26]


Sarayın, İtalyan ve Fransız sanatçılar tarafından yapılmış tavan süslemeleri
Döşemelik ve perdelik kumaşların tamamı yerli olup, sarayın dokumahanelerinde üretilmiştir. Sarayın parkelerinin üzerini (yaklaşık 4.500 m²'lik bir alanı) 141 halı ve 115 seccade süslemektedir. Halıların büyük bir kısmı Hereke fabrikalarındaki tezgahlarda imal edilmiştir. Bohemya, Bakara ve Beykoz avizelerinin toplam sayısı 36'dır. Ayaklı şamdanların, bazı şöminelerin, billur merdiven korkuluklarının ve bütün aynaların malzemesi kristaldir. Sarayda ayrıca 581 tane kristal ve gümüşten yapılmış şamdan mevcuttur. Toplam 280 vazodan 46 tanesi Yıldız porseleni, 59'u Çin, 29'u Fransız Sevr, 26'sı Japonya, geri kalan diğerleri de muhtelif Avrupa ülkelerinin porselenleridir. Herbirinin ayrı bir özelliği olan 158 adet saat sarayın oda ve salonlarını süslemektedir. Yaklaşık 600 adet tablo, Türk ve yabancı ressamlar tarafından yapılmıştır. Bunlar arasında saray baş ressamı Zonaro'nun 19, Abdülaziz döneminde İstanbul'a gelen Ayvazovsky'nin 28 tablosu da bulunmaktadır. [27]

Duvar ve kapıları

Dolmabahçe Sarayı'nın Saltanat Kapısı
Dolmabahçe Sarayı'nın kara tarafındaki aşılması oldukça güç duvarların ne zaman yapıldığına dair kesin bir bilgi olmamakla birlikte, sarayın bugünkü duvarlarının Beşiktaş Sarayı ile Dolmabahçe'de bulunan eski saray zamanlarında yaptırıldığı hususunda yabancı kaynaklar mevcuttur.
Dolmabahçe adıyla meşhur padişah bahçesinin duvarı harabeye dönmüş, böylece içindeki muhteşem binalar da devamlı toz duman içinde kalınca, çalışkan ve gayretli Vezir-î Azam diğer bahçelerden daha fazla ihtişama layık buranın böylesine çirkin bir vaziyette olmasının sarayın şan ve şerefine zarar getireceği fikrindedir. Çünkü, burası gerek kara ve gerekse deniz yoluyla İstanbul'a gelen misafirlerin, yolcuların ister dost, ister düşman olsun dikkatlerini çeken bir yerdir. Bu duvarın onarımı ve yapımıyla sarayın Beşiktaş'ta bulunan diğeriyle bütünleşebileceği, böylelikle eski itibarını koruyacağı bir ferman vasıtasıyla inşaatın yönetici ve idarecilerine bildirilmişti. Vezir-î Azam'ın üstün gayretleriyle saraydan Kabataş'a kadar bir duvar çekilmiştir. Fındıklı sakinleri daha önceleri Arap iskelesiyle Dolmabahçe ve Beşiktaş'a gitmekteyken, iskele yerine bir liman yapılmış, halk da Dolmabahçe'den geçmeye izinli olmuştur.[28]
Dolmabahçe Sarayı'na gösterilen önem, kara ve deniz tarafında bulunan kapılarda da görülmektedir. Çok süslü ve heybetli bir görünüme sahip kapılar sarayla bütünlük sağlar. Hazine kapısı, bugün idare binası olarak kullanılan Hazine-i Hassa ile Mefruşat Dairesi arasında bulunur. Yuvarlak kemerli ve beşik tonozlu bölümü bu kapının esas kirişini oluşturur. Kapının iki kanadı demirden imal edilmiştir. Kapının girişinde her iki tarafta, yüksek kaideler üzerinde ikiz sütunlar vardır. Hazine kapısının sağ ve solundaki kapılardan Hazine-i Hassa ve Mefruşat Daireleri'nin avlularına giriş sağlanmıştır. Kapının taçlandırılmış üst tarafında bulunan madalyonda oval şekil I. Abdülmecit'in tuğrası ve bunun altında da Şair Ziver'in 1855/1856 tarihli kitabesi yer alır. Kitabenin hattatı Kazasker Mustafa Efendi'dir. [29]


Dolmabahçe Sarayı'nın Hazine Kapısı
Hazine Kapısı'nın süslemesi daha ziyade kartuşlar, askı çelenk, inci, yumurta dizileri, istiridye kabukları motiflerinden oluşmaktadır. Üzerinde Abdülmecit'in tuğrasının bulunduğu Saltanat Kapısı, koridorlu iki yüksek duvar arasında bulunur. Bir taraftan bayıldım bahçesine, diğer taraftan da Hasbahçe'ye bakan kapının demirden yapılmış iki kanadı vardır. Abidevi bir görünüme sahip olan kapının girişinde her iki tarafta da birer sütun vardır. Kapı, büyük panolar içine alınmış madalyonlardan sonra ikiz sütunların kullanılmasıyla taçlandırılmıştır. İçte ve dışta ikişer kulesi vardır. Saltanat Kapısı, yabancı ziyaretçilerin de ilgisini çekmektedir. Gerek Dolmabahçe Sarayı'nı ziyarete gelenler, gerekse Boğaz turuna katılanlar tarafından hatıra fotoğrafları çekilmektedir.
Bu iki kapıdan başka Koltuk, Kuşluk, Valide ve Harem Kapıları da sarayın kara tarafında özenle yapılmış kapılardır. Dolmabahçe Sarayı'nın deniz tarafına bakan cephesinde taçlı, demir kanatlı, madalyonlu, bitki motifleriyle süslü, birbirlerine dilimli parmaklıklarla bağlanmış beş yalı kapısı vardır.

Bahçeleri


Dolmabahçe Sarayı'nın Has Bahçesi
Beşiktaş Hasbahçe ile Kabataş'taki Karabali (Karaabalı) bahçeleri arasında kalan koy doldurularak bahçeler birleştirilmişti. Bu bahçelerin arasına inşa edilen Dolmabahçe Sarayı'nın deniz ile kara tarafındaki yüksek duvar arasında kalan alanda oldukça bakımlı bahçeleri bulunur. Hazine Kapısı ile saray girişi arasındaki kareye yakın dikdörtgen şeklindeki Has Bahçe, Mabeyn veya Selamlık Bahçesi adlarıyla da tanınmaktadır. Avrupai tarzda düzenlenmesi yapılan bahçenin ortasında büyük bir havuz bulunur. Muayede salonunun kara tarafında kalan Kuşluk Bahçesi ise adını Kuşluk Köşkü'nden almıştır.
Dolmabahçe Sarayı'nın Harem Dairesi'nin kara tarafında bulunan Harem Bahçesi'nde oval havuz ve geometrik şekillerle düzenlenmiş tarhlar bulunur. Deniz tarafındaki bahçeler Has Bahçe'nin devamı sayılır. Büyük Yalı Kapısı'nın iki yanında yer alan tarhların ortasında birer havuz vardır. Tarhların geometrik şekillerle düzenlenmesi, süslemede fener, vazo, heykel gibi objelere yer verilmesi, bahçelerin de ana yapı gibi batı etkisi altında kalındığını gösterir. Sarayın bahçelerinde daha ziyade Avrupa ve Asya kökenli bitkiler kullanılmıştır.[30]

Hamamları


Saray'ın Selamlık Dairesi'nde yer alan Sultan Hamamı'ndan görünüm
Sarayın selamlık kısmında bulunan Somaki Hamam'ın dinlenme odasındaki iki pencere denize bakar. Çini soba, masa ve koltuk takımlarının bulunduğu bu odadan, tavanı haçvari motifli filgözleriyle kaplı antreye geçilir. Sol tarafta tuvalet ve karşıda somaki mermerden yapılmış çeşme bulunur. Antrenin sağından masaj odasına geçilir. Buranın aydınlanması iki büyük pencereyle filgözleriyle sağlanmıştır. Gece aydınlatmalarının, masaj odasına geçilen kapının sağ ve sol taraflarındaki camekan bölmelere konulan lambalarla yapıldığı görülmektedir. Barok tarzda yapılan hamamın duvarları yaprak, kıvrımlı dal ve çiçek motifleriyle süslenmiştir. Girişin sağ ve solunda somaki kurnalar vardır, ayna taşlarının işçiliği dikkat çeker.


Dolmabahçe Sarayı'nın Harem Dairesi'nde yer alan bir hamamdan görünüm
Haremde bulunan Çinili Hamam'a küçük bir koridordan geçilir. Sağda, hamamın tuvaletine girilen antrede, ayna taşı çiçek motifleriyle süslü, bronzdan yapılmış bir çeşme bulunur. Sade bir tuvaleti vardır. Koridorun sonunda iki büyük pencereli ve tavandaki filgözleriyle aydınlanması sağlanan masaj odasında oturma yerleri vardır. Ayrıca, burada, Kütahya yapımı, sıraltı tekniğiyle imal edilmiş, sekiz çini parçasından oluşan ve her bir çini parçasında şamdan bulunan bir masa mevcuttur. Geceleri sekiz adet mumla bu mekanın aydınlatıldığı anlaşılmaktadır. Masaj odasının duvarları 20 x 20 cm çiçek demeti desenli seramiklerle kaplıdır. Girişin sol tarafındaki mermer kurnanın ayna taşı Barok tarzındadır. Sıcaklık bölümüne geçilirken kapının iki tarafındaki duvar içinde kalan cam bölmeler kandiller için yapılmıştır. Buradaki üç kurnadan, sağ ve soldakilerinin ayna taşları mermer oymalı olup Barok tarzındadır. Girişin karşısında bulunan bronz çeşmeli kurna diğerlerinden daha büyüktür. Tavandaki geometrik şekillerle meydana getirilen filgözleri, mekanın aydınlatılmasını sağlar. Duvarlar, papatya desenli seramiklerle kaplanmıştır.[31]
Alt katta bulunan diğer bir hamam da Harem Hamamı adıyla tanınır. Aydınlanması tepe camlarıyla sağlanan hamamın sıcaklığında üç kurna vardır. Banyo şeklindeki Atatürk'ün hamamına salondan girilir. Yıkanma yerinin sağ tarafında bir küvet, sol tarafında ise musluk ile tuvalet bulunmaktadır. Girişin karşısında kurşun vitraylı pencere bulunmaktadır. Soldan dinlenme odasına geçilir. Burada ilaç dolabı, masa ve bir sedir bulunur. Sol tarafta ayna taşı çiçek motifleriyle süslü bir çeşmeyle yine sol tarafta koridora bir çıkış vardır.[32]

Aydınlatma ve ısıtma


Sarayın giriş kapısı ve aydınlatmaları
İnönü Stadyumu'nun bugünkü bulunduğu yerde Gazhane, Dolmabahçe Sarayı'nın aydınlatma ve ısıtılması için kullanılmıştır. Dolmabahçe Gazhanesi, 1873'e kadar Hazine-i Hassa tarafından yönetilirken, daha sonraları Fransız Havagazı Şirketi'ne devredilmiştir. Bir süre sonra da şirketin yönetimi Belediye'ye geçmiştir. Havagazıyla aydınlatma sadece sarayda olmamış, İstanbul'un bazı semtleri de Gazhane'den faydalanmıştır.
Muayede Salonu'nun ısıtılması değişik bir teknikle yapılmaktaydı. Salonun bodrumunda ısıtılan hava, gözenekli sütun kaidelerinden içeriye veriliyor, böylelikle kubbeli büyük mekânda 20°C'ye varan bir sıcaklık elde ediliyordu. Sultan Reşad döneminde, saraydaki gazlı lambaların aslî görünümleri korunarak, elektrikle çalışır hale dönüştürülmüştür. [33] Bu döneme kadar ısıtmada şömineler, çini sobalar, mangallar vasıtasıyla olurken, bunların yerini kalorifer almıştır.